Zimbabwe ve kriketinin ne kadar inişli çıkışlı, fırtınalı bir tarihe sahip olduğunu herkes az çok bilir. Bilmeyenler varsa, Okcan Basat’ın şu ve şuradaki iki güzel yazıda mükemmel şekilde özetlediği gibidir.
Bununla birlikte, yine Okcan Basat’tan ödünç aldığım bir hikayeyi aktarmam gerekirse, Mark Vermeulen gibi raporlu ve ülke kriket kuruluna kızıp, binasını kundaklamaya kalkmış bir figürü de barındırır tarihinde.
Bu sefer karşıma gelen kısa hikaye, buna nazaran biraz daha normal gözüküyor. Dindar kardeşimiz Tatenda Taibu’nun hikayesi bu.
2000′den itibaren ülke içindeki beyazlara karşı negatif yaklaşımını iyice sertleştiren Mugabe rejimine karşı kriket, beyazlar için bir direniş noktası olmuştu. Ne var ki beyaz kaptan Heath Streak görevinden alelacele görevden alındı ve 20 yaşındaki Taibu, bu zor göreve layık görüldü. Ülke tarihinin bu ilk siyahi ve en genç kriket kaptanı, daha o günlerde psikolojik olarak yıpranmaya başlamıştı. Krikette kaptanlık, koçluk gibi bir şeydir, başka hiçbir spordaki kaptanlığa benzemez. Saha içinde olan biten her şeyden, çoğunlukla kaptan sorumludur. Bununla birlikte, kriketin içine bol bol siyasetin, sıklıkla karıştığı bir ülkede ulusal takımın kaptanı olmak, hayal edilemeyecek kadar zorlayıcı bir görev olsa gerek.
Ülkedeki baskıcı ve ayrımcı rejime lanet okuyan Taibu, ailesine yönelen tehditlere ve medya baskısına dayanamayarak ülkeyi terk etme kararı alır. 2005 ve 2007 yılları arasında Namibia vatandaşlığına geçerek oranın kaptanlığını yapar. Muhtemelen amacı, bir şekilde Güney Afrika vatandaşlığına ulaşıp ailesini, geleceğini kurtarmaktır.
Fakat toparlanmaya çalışan Zimbabwe kriketi, Taibu’dan kolay kolay vazgeçemez. Yetenekli oyuncu, hem takımın lider batsmanı(beyzbolda, elinde sopa olan adam), hem de wicketkeeper’ıdır. Kaleci olarak eksik çevirebildiğimiz bu oyun rolü, maç kazanmak için son derece önemli bir noktada durur. Kısacası uluslararası imajı batmış olan ülkenin, ulusal gururu yeniden ayağa kaldırmaya ihtiyacı vardır ve bu iş için en kolay yol ülke milli sporcu krikettir. Bu nedenle de Taibu’ya sırt çevrilmesi mümkün değildir.
Velhasıl, zamanında “geleceğin yıldızı” olarak büyük beklentilerle işe başlayan Taibu yeniden milli takımlara döner. Önce Tek Günlük formatında maçlar oynar, sonra da Test takımına geri çağırılır. Ülke kriket kuruluyla sürekli tartıştığı bu geri dönüşte, hiç de fena katkılar yapmaz, her maç istikrarlı olarak en az 50 koşuyu tamamlar.
Ne var ki dün, Taibu, son wicketını aldığını açıklamıştır. “Tanrı’nın çağrısına” kulak verdiğini duyurmuş, artık kendisini dine adayacağını söylemiştir. Elbette Taibu, kendisini ruhani sebeplerle emekliye ayıran ne ilk, ne de son oyuncu olacaktır. 98 Dünya Kupası’nda Arjantin kalesini koruyan ancak Dennis Bergkamp’a teslim olan, yine, Mallorca’nın en başarılı günlerinden de anımsanancak Carlos Roa, dini vecibelerine ağırlık vermek için 30 yaşında futbolu bırakmıştı. Mensup olduğu tarikat, 2000′de dünyanın sonunun geleceğine inandığı için, o da sözleşmesini uzatmamış, sonra da mecbur geri dönmüş ancak eski formunu bir türlü yakalayamamıştı.
Elbette Taibu’nun vedasını %100 inancına da bağlamak çok yanlış olur. Belki entrikadan sıkılmış ancak “Artık canım istemiyor.” deyip de vatan haini olmamak için “Kendimi Kilise’ye adadım.” diyerek eleştirileri bertaraf etmeyi amaçlamıştır. Biz Taibu’yu Eylül Ayı’ndaki T20 Dünya Kupası’nda, Eurosport2 ekranlarında izlemeyi umuyorduk; belki tribünde mum yakmış, dua eder vaziyette görürüz.
Noktalarken yazıyı, misyonerliğin çok yaygın olduğu Afrika’da, Kenya’nın Atatürk’ü sayılan Jomo Kenyatta’nın şu ünlü sözü düşünüyorum: “Beyaz adam buraya gelirken elinde bir incil vardı; bizse toprakların sahibiydik. Sonra İncil bizim elimizde kaldı, fakat topraklar beyaz adama geçti.”